DANIŞIKLI TAHLİYE!..
Gazeteciliğe 1978 yılında başladım, 1 saattir yazdığım haber ve yazıları düşünüyorum, yazdığım hiçbir yazıya Markopaşa’ya yazdığım yazı kadar sevinmedim. Markopaşa’nın özel sayısını tutuklu gazeteci arkadaşlarımız için çıkardık ve dün Ahmet Şık, Nedim Şener, Coşkun Musluk ve Sait Çakır tahliye oldular.
Odatv davası bugüne kadar açılan ergenekonvari davaların en haksızı, en komiğiymiş gibi görünen en üzünç olanı. “Örgütten aldık” denilip de bütün sorguların gazetecilik ve yazarlık üzerinden yapıldığı dünyada eşi menendi bulunmayan belki de tek dava. Dün tahliye olan arkadaşlarımız haksız yere yatıyorlardı, tahliye olmayanlar da daha 96 gün haksız yere yatmaya devam edecek. Oligarşi böyle bişeydir, düşmanını asla tam olarak sevindirmez.
Öyle günler yaşıyoruz ki, sabah 12 Mart 1971 darbesini yazmayı planlarken bir bakıyorsun Odatv davasında sürpriz tahliyeler olmuş ve onu yazmaya karar veriyorsun ama bugün bir başka dava daha var, Madımak Sıvas katliamı, onu da yazman gerekiyor çünkü bugünkü davada da “Zamanaşımı” kararı çıkma olasılığı çok yüksek.
“Zamanaşımı” kararı çıktığında 5 kişi tahliye olacak, yurt dışında bulunan kaçakların da “Zamanaşımı”ndan davaları düşecek. Birden usuma “Biraz da ülkücülerden asalım…” diyen 12 Eylül canavarı Kenan Evren geldi. Oligarşi aynı taktiği bu kez tersten uyguluyor. Madımak katliamından dolayı alınacak “Zamanaşımı” kararına en uygun şey dünkü duruşmada bikaç kişiyi serbest bırakmaktı.
Biz Odatv davasındaki tahliyelere sevineceğiz ama “Zamanaşımı” kararına da sonuna kadar direneceğiz, itiraz edeceğiz, protesto edeceğiz Yarın kimi yazarımsıların yazacaklarını bugünden söyleyebilirim: “Kendi dava arkadaşlarınız yada meslektaşlarınız tahliye olurken iyiydi ama Sıvas olayından yargılananlar yargılanırken kötü.” Bunu yazacakların başında Star Gazetesi yazarı Ahmet Kekeç’le Sabah Gazetesi yazarı Nazlı Ilıcak geliyor. Önümüzdeki 2-3 gün bunların yazılarını okursanız dediğime yakın şeyler yazacaklarını görürsünüz.
Bu şekilde düşünmemin nedeni Odatv davasında bütün tutukluların tahliye olmaması. Hangi sanık tahliye olanlardan farklı suçtan yargılanıyor yada kendilerine göre delilleri toplanmamış olsun, hem de bir sonraki duruşma 96 gün sonrasına bırakılıyor.
Tahliye olan sevgili arkadaşlarımızı dün “Markopaşa”yla karşıladık ve kucakladık. Düşünüyorum da “Markopaşa”yı çıkaran Sabahattin Ali boşuna yıllarca hapis yattı ve sonunda öldürüldü, Rıfat Ilgaz hapis yattı, ağır hastalıklar geçirdi, yaşama inadıyla tutundu, Aziz Nesin yıllarca yattı ama mahkum olmadı. Ahmetler, Nedimler bunca yıl sonra aynı durumdalar, boşuboşuna suçlanıp, boşuboşuna yattılar. Tahliye olmayan arkadaşlarımız da en iyi olasılıkla 96 gün daha yatacaklar. Tabii bu davanın dışında da meslektaşlarımız var ama karşımızda gazeteciliğin yada yazarlığın öneminden zerre kadar anlamayan bir hükümet var. Aklıma Aziz Nesin’in “Biz bu pohu niye yedik?” öyküsü geldi. Gerçekten basınla, demokrasiyle bu kadar uğraşan hükümetler yada askerler bugüne değin hiç “Biz bu pohu niye yedik?” demiş midir?
İyi ki çıktınız Ahmet Şık, Nedim Şener, Coşkun Musluk ve Sait Çakır, şimdi hep beraber içerdeki arkadaşlarımıza yeni yeni, yepyeni dergilerle beraber sarılacağız. Belki de sırada “Malumpaşa vardır…
Dün herkesin dilinde M. Akifin “Allah bu ülkeye bir daha istiklal marşı yazdırmasın.” duası vardı. Aynı gün ben Markopaşa için ” Allah bu ülkede Markopaşa ve serisini çıkarmaya gerek bırakmasın.” derken tahliyeler geldi.
Yorum tarafından fuat001 — Mart 13, 2012 @ 8:57 am
Asker – sivil bürokratik dikta olarak Kemalizm:
Kürdistan’da ki bütün Mustafa Kemal heykellerinin kaldırılmasının zamanı gelmiştir. Kemalizm var olduğu müddetçe, Kürtlerin kurtuluşu mümkün değildir.
Geriye doğru bir göz atarsak: son Osmanlı subayları gibi gibi Mustafa Kemal de Osmanlıyı kurtarma heveslisi bir geleneğe sahipti. Alevilerin idda ettikleri gibi Alevilikle bir alakası yoktur, aksine Padişahın yaveri idi ve sarayın gözdesi idi. Atatürk, Sunni mezhebinden idi. Daha sonra Sunni mezhebini TC nin resmi dini yapması buraya dayanır…
Padişahın yetkilerinin sınırlandırıldığı ve göstermelik bir düzeye çekildiği Anayasal monarşi onun için biçilmiş kaftandı ..Kitlesel katliamlarda kullanılan Teşkilat-ı Mahsusa kadrolarından derlenen Kemalist rejimin ana çekirdeği, genellikle kriminal çetelere dayanıyordu..
M. Kemal ve diğer Osmanlı kadroları, İngiltere gibi bir monarşiden yanaydılar. Yani padişah korunup, halifelik devam ettirilecekti..I. Dünya Savaşının öncesinde arzulanan ve yaşananlar da bu yöndeydi. Ne var ki Osmanlı’nın savaştan yenik çıkması ve başkenti olan İstanbul’un işgal edilmesi durumu değiştirdi. Mustafa Kemal ekibinin ister istemez saltanatı dışlayan bir çözüm arayışına girişmesini beraberinde getirdi. ve Osmanlıyı yeniden inşa etmenin tek yolu, saltanatın tasfiye edilmesinden, monarşiye son verilmesinden ve dolayısıyla cumhuriyetten geçiyordu.
Gerçektende Atatürk’ün Nutuk kitabına basitçe bir göz atılırsa, Erdoğan’ın şimdi yaptığı alavere dalaverelerin benzerlerinin, o zamanın çeteler örgütlenmesini yapan M. Kemal’de görürüz. M. Kemal bir İngiliz görevlisi olarak Anadolu’ya gitti. Fırsatları uygun bulduğu an kendi çıkarları için çalışmaya başladı. AKP rejimi dünyanın yeni patronu ABD tarafından lanse edildi. Şimdi Erdoğan, Irak petrollerine el koymanın şartlarını görünce, M. Kemal gibi Makyavelistlik yaparak, Kürdistan – Kürtler gibi kelimeler kullanmaya başladı. Petrol dollarlarını görünce görev sahasının biraz dışına çıkan AKP büyük patrondan ihtarlar almaya başladı. ABD, Türkiye’ye yeni bir vali arama peşindedir.
1924 Anayasasıyla kurgulanan Türkiye Cumhuriyeti; sivil ve askeri bürokrasinin oluşturduğu tek parti diktası tarafından yönetilen, diktacı bir devlet yapılanmasıdır. İttihat ve Terakki’den CHP’ye evrilen ideolojik akım, Kemalizm olarak formüle edilmiş ve TC ideolojik bir devlet halini almıştır.
I. Meclis’in açılış töreninin nasıl yapılacağı ve tüm yurtta kutlamaların nasıl yapılması gerektiği bizzat M. Kemal tarafından bir bildiriyle açıklanmıştı. Buna göre, “vatanın istiklali, yüce Hilafet ve Saltanat makamının kurtarılması” görevini yapacak olan Meclis’in açılışı için bilinçli olarak Cuma günü tespit edilmişti. Tüm vekillerle birlikte Cuma namazı kılınarak Kur’an okutulacak ve onun “nurundan feyz alınacak”tı. Ardından “Sakal-ı Şerif” ve “Sancak-ı Şerif” alınarak Meclise gidilecek, Meclis kapısında dualar okunarak kurban kesilecekti. Meclis’in açılacağı güne kadar her ilde hatim indirilecek, “Halifemiz, Padişah efendimizin yüce varlıklarının, şanlı ülkesinin ve bütün tebaasının bir an önce kurtulmaları” için dualar okunacak, vaazlar verilecekti. Tüm bunlar harfiyen yerine getirildi… Benzer dini törenler, İslam dinine atıflar vb. ilerleyen yıllarda da devam edecekti. Oysa 1908’de II. Meşrutiyet Meclisi açılırken bu tür dini törenlerin hiçbiri sözkonusu olmamış, övgüler Hilafet ve Saltanat makamına değil, Anayasaya yapılmıştı.
Cumhuriyetin ilanından bir ay önce Mustafa Kemal’in kurduğu Halk Fırkasının program niteliğindeki dokuz maddelik bildirisinin ikinci maddesinde, “Hilafetin en yüksek dini makam olarak korunacağı” yazılıydı. Bu madde 1927 yılına kadar değiştirilmedi. Laiklik ilkesinin çok daha sonraları icat edildiğinin en bariz göstergesi, 3 Mart 1924’de halifelik kaldırılmış olmasına rağmen, Nisan ayında yürürlüğe giren 1924 Anayasasının ikinci maddesinde “Türkiye Devletinin dini İslamdır” ibaresinin yer alıyor oluşudur. Üstelik bu madde 1928’e kadar yürürlükte kalmıştır! Halifeliği kaldıran düzenlemeyle birlikte, Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuş, din eğitimi ya da dinsel temellere göre eğitim veren gayri resmi okullar kapatılıp resmi imam-hatip liseleri kurulmuş, din dersleri resmi devlet okullarında da zorunlu ders olarak verilmeye başlanmıştı. Böylelikle gerek din eğitimi, gerekse de dini ibadetler devletin denetimi altına alınarak resmileşiyordu. Bu durum anayasal bir devlet dininin varlığıyla da birleşince, kesinlikle laik olmayan bir devlet anlamına geliyordu. TC’de ortaya çıkan bu durum aslında Osmanlı’nın son döneminde oluştuğu şekliyle devletin dinsel alan üzerindeki egemenliğinin devam ettiği anlamına geliyordu. Şimdiki AKP sisteminin bir benzerini, TC nin kuruluş döneminde görüyoruz. M. Kemal, TC yi, Kürtleri bu şekilde kandırarak kurmuştur. Kafirlere karşı Müslümanların birliği teması, M. Kemal tarafından kullanılmıştır. Atatürk, cahil kitleleri kandırmak için, halka hilafeti ve padişahlığı koruyacağız diye hitap etmiştir. Esas amaç olan TC kurma hedefi açıkça belirtilseydi hiç bir Kürt onu desteklemeyecek ve TC kurulamayacaktı!
Tek dil (Türkçe), tek din (Sunni İslam), tek millet (Türk), tek ideoloji (Kemalizm) ile şekillendirilen devlet 1945’e kadar tek parti olan CHP ile yönetilmiştir. 1945’ten sonra Kemalizm, üç ana damar üzerinden yoluna devam etmek zorunda kalmıştır. Laikçi damar CHP’de, Sunni damar Demokrat Parti ve sonrasında Adalet Parti’si, şimdi ise AKP de, katı ırkçı damar da MHP’de toplanmış ve 1980’lere kadar bu şekilde gelmiştir. Ancak bu ana üç damarın ortak özellikleri, Kemalizm’den asla kopmamaları ve tekçi zihniyeti devam ettirmeleridir.
Dolayısıyla Sunni damardan olan Erdoğan’ın burada ki Kürdistan veya Kürt halkına yönelik sözlü değinmeleri tamamıyla Kemalistlerin 1920 lerdeki hareketlerine göndermedir. Yani sahtedir. TC yönetimi, Kürtleri içtenlikle kabul ve ciddi anlamda değer verseydi, Türkiye’de şimdi resmi bir Kürt otonomisinin olması gerekirdi. Çünkü Kemalistler 90 sene evel bunu, liderlerinin, tanrı diye taptıkları Atatürk’ün ağzından defalarca kere vaat etmişlerdir. 2 yıl boyunca BMM tutanaklarına geçen, Kemal’in nutuk kitabında vurgulanan bu otonomi nerde kaldı? Bu anlamda ilk kurulan meclisin adı BMM yani T siz olarak lanse edilmiş, Kürdistan otonomisi gerçek olacakmış imajı verilmiştir.
Muhalefete göz açtırılmadığı, farklı siyasal parti kurmanın yasak olduğu, söz, basın ve örgütlenme özgürlüğünün bulunmadığı koşullarda huzursuzluk kendisini geleneksel kanalların dışında ifade edemez hale gelir. İşte daha TC’nin kuruluşundan itibaren yaşanan da tam bu olmuştur. Çeşitli iç isyanların ve en önemlisi de Şeyh Sait’in önderlik ettiği Kürt isyanının İslami motifleri de içinde barındırmasının nedenlerinden biri bu idi. Geleneksel dini toplanma yerlerinde giderek yükselen huzursuzluğun dışa vurulması, devlet tarafından uygulanan baskının daha da artmasına yol açmış, Takrir-i Sükûn yasası ve İstiklal Mahkemeleriyle bir terör dönemi başlamış idi.
Devlet içinde etkisini giderek daha fazla hissettiren sivil-askerî bürokrasi “devleti değiştirme/dönüştürme rolüne” aday olurken farkında olmadan padişahın “çobanlık” görevine de aday oldu.
Atatürk’ün başta Kürdleri ve diğer halkları sistem içinde eritmeye çalışırken ileri sürdüğü Turk İslam kardeşliği, misakı milli, sınırların değişmezliği, ortak vatanda, ortak paydalarda beraber yaşama dair argümanlar -ne yazık ki- bugün Kürd siyasiler tarafından dile getirilerek devlet olma şansı bir daha ertelenmektedir.
Her Kuzeyli Kürd, Türk dilinde eğitim görmektedir, Kürdlerin yüzde doksanı Türk dilini bilmekte, yarısından fazlası sosyal yaşamda Türkçe konuşmaktadır. Bunun ismi Türkçeleşmektir. Son yetmiş yılda doğan Kuzeyli Kürdün yüzde doksan dokuzunun ismi Kürtçe değildir, yüzde yüzünün soy ismi Türkçedir.
Yorum tarafından Sevda Suner — Aralık 4, 2013 @ 7:34 am