BASIN VE MATBAANIN KULLANILIŞI…
Matbaanın insanla ilişkisi, matbaanın siyasete yansıması, matbaanın çocuk gelişimine katkısı, matbaayla insanın evrimleşebilmesi, bu konuda Türkiye’de bir araştırma var mıdır bilmiyorum ama yapılsa bütün yanlışlarımız, salaklıklarımız su yüzüne çıkar diye düşünüyorum.
İlk matbaa M.S. 593 yılında kurulmuş. Osmanlı matbaayı 1492 yılında kurdutmuş, onu da enginizisyon mahkemelerinden kaçan 2 kardeş kurmuşlar. Bunda da sadece dini kitapların basılmasına izin verilmiş. 900 yıl sonra, 9 asır, daha nasıl anlatılır bilemiyorum, o zamanın yaş ortalamasını 50 diye alsak 18 değişik kuşak. Anlayacağınız bu toplum 900 yıl kitap ve gazete okumadan, dünyadan bihaber yaşamış.
Dünyada ilk basılı gazete M.S. 700’de basılmış, bizde ise 1860 yılında çıkmış Tercüman-ı Ahval. 1160 yıl sonra, yaklaşık 12 asır sonra. Ben yıllarca yaptığım konuşmalarda, tartışmalarda ve yazdığım yazılarda hep bunun üstünde durdum. Bu arayı kapatmak olanaksıza yakındır, bunun örneklerini de görüyoruz.
Aziz Nesin’in “Türkiye’nin % 60’ı aptaldır…” dediğinde herkes karşı çıkmış, ona dava açılmıştı ama sonunda o beraat etmiş, verdiği oran tescillenmişti. Aziz Nesin’in bü tümcesinin nedenini araştırırken bu 12 asırı düşünmek zorundasınız.
Babamla aramızda 42 yaş vardı ama aynı kuşak sayılırdık. Çünkü o doğduğunda da bazı kitaplar yasaktı, ben doğduğumda da, o kimi kitapları 60 yaşında okuyabildi ben de 18 yaşımda. O, o yaşlarda çoğu gazetede yasaklıydı, ben de bugün çoğu gazete için tehlikeyim.
Matbaa bu kadar gecikmeseydi, bizim eve asker-polis baskını yapılmazdı yada baskın yapanlar Sthendal’ın Kırmızı ve Siyah kitabını, adında kırmızı var diye yasak sınıfına sokup götürmezdi. Babamla dedemin fotoğrafı Marks ve babam sanılıp alınmazdı.
Matbaa bu ülkeye zamanında girmiş olsaydı biz Adnan Menderes’i ve 2 arkadaşını asmazdık. Çünkü okunan bir toplumda darbe olmazdı ve demokrasi adına yazı yazanlar gazete sayfalarında darbeyi savunamazlardı. Eğer kitap okuma şansını elde etmiş olsaydık, Süleyman Demirel gibi biri çıkıp, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idam kararı için “3’e 3” diyemezdi, çünkü o başbakan kitap okumuş biri olurdu ve idamların saçmalığını çoktan öğrenmiş olurdu.
Biz kitap okuyan bir toplum olsaydık özdilimiz çok daha gelişirdi, o zaman babam bana ve Ali’ye mektup yazarken bu genç yaşta Arapçasını bildiğimiz sözcüğe parantez açıp öztürkçesini yazmazdı. Dilimiz çok gelişmiş olurdu ve o zaman Kürtçenin de ne kadar önemli olduğunu anlamış olurduk.
Kitap okunan bir toplumda gazeteciler (Neredeyse tamamı) bir halka toptan küfretmezdi. Yalan yanlış haber yazmaz, bütün darbelerde yapıldığı gibi kitabı birinci sayfalarda öcü gibi göstermezlerdi. Okunan bir toplumda basın faşizme ilk karşı çıkan grup olurdu, başbakan yalakalığı yapmazdı.
Kitap bizde çok öncelerde basılmış olsaydı, aydın dediklerimiz yada sandıklarımız bugüne kadar olan bütün hükümetleri yaptıklarından dolayı övmez, yapmadıklarını araştırır ve “Ey hükümet, bunları neden yapmıyorsun…” derdi.
İşte o zaman biz, hep beraber ülke bölünüyor mu acaba diye abuk sabuk tartışmanın içinde olmaz, şeriatçilere karşı savaşıyorum numarasıyla, onlara izin vermemek için savaşıp ölen kürt köylerine bomba yağdırmaz, neden o toprakları onların elinden aldığımızı düşünür, dillerini yasakladığımızı anlamaya çalışır, medeni bir çözüm bulmaya çalışırdık.
Ama bunları boşuna anlatıyorum sanırım, matbaa bizde kurulmuş olaydı, bu adını bildiğiniz şahısların hiçbiri cumhurbaşkanı, başbakan, bakan, gazete patronu, genel yayın yönetmeni, gazeteci, köşe yazarı olamazdı, siz de onları bilmiyor olur, çözümü kendiniz bulurdunuz. Faili meçhul cinayetler olmaz, Cumartesi Anneleri dövülmezdi, devrimcilere işkence yapılıp, kürtlere bok yedirilmezdi, o zaman anneler çocuklarına “Uslu dur, yoksa seni çingenelere veririm…” diyemezdi. O zaman “Kürtle komşu olmak istiyor musun…” diye bir anket sorusu sorulamazdı, Alevi evleri çarpıyla işaretlenmezdi… Daha açıkçası ne biliyor musunuz, o zaman Türkiye’de şeriatçı, ırkçı ve faşist partiler olmazdı, kapatılmazdı, zaten kurulmayacaklarından yok sayılırlardı.
İşte matbaa, işte 12 asırlık gecikme ve basın ve o basının içinde sevgili Selahattin Demirtaş’ın bağlamasının sapını ne yapacağını şaşırmış bir YOZDİL, kısa adıyla Yılmaz Özdil…
Bir Cevap Yazın